ALPARSLAN KUYTUL HOCA’YA AKİDEVÎ BİR DEĞERLENDİRME
ALPARSLAN KUYTUL HOCA’YA AKİDEVÎ BİR DEĞERLENDİRME
Gürsel Gürsel
Her ne kadar zahirde güzel ahlaklı, konuşmaları düzgün, halk üzerinde etkili bir öğretici gibi görünse de, Alparslan Kuytul hoca hem iman tanımı, hem siyasi tutumu, hem mücahidlere karşı tutumu, hem Şia sevgisi hem de ümmete yönelik pozisyonları, maalesef Ehli Sünnet ve’l-Cemaat’in sahih akidesiyle birçok noktada çatışmaktadır. Bu yazı, kişisel değil, akidevi bir muhasebedir.
Kuytul’un iman tanımı, amelin imanın bir parçası olmadığını savunan Mürcie mezhebine yakın bir anlayışı yansıtmaktadır. Bu yaklaşım, sahih Ehli Sünnet akidesiyle çelişmektedir. Zira Ehli Sünnet’e göre, amel imanın bir parçasıdır ve imanın artıp eksilmesi mümkündür.
Kuytul Hoca’nın siyasi söylemlerine bakıldığında ilahi hükümlere değil, çoğunlukla modern siyasi analizlere, hatta yer yer ideolojik duyarlılıklara dayandığı görülmektedir. Bu da onun konuşmalarını bir müslümanın değil, bir ideolojik muhalif liderin ağzından çıkmış gibi göstermektedir. Oysa İslam’da siyaset, sırf muhalefet ya da iktidara karşı söylem değil; Allah’ın şeriatıyla hükmetmeyi esas alan bir kulluktur.
Ancak Alparslan Kuytul, bu hakikati göz ardı ederek, CHP, HDP gibi İslam’a açıkça düşmanlığı sabit olan partilere karşı yumuşak bir dil kullanmış, hatta bu partilere destek verenleri, şirkten veya İslam dışı bir fiilden beri gösterecek ifadelerle sakındırmamıştır. Bu, sadece bir siyasi hata değil, akidevi bir sapmadır; çünkü Allah Teâlâ’nın hüküm koyduğu konularda, Allah’ın düşmanlarına meyletmek, tevhidin ruhuna aykırıdır:
“Zalimlere meyletmeyin, yoksa size de ateş dokunur…” (Hud, 113)
Onun bir parti gibi davranarak ideolojik eleştirileri, muhafazakar tabanı dışlamış ve onlara İslam’ın gerçeklerini götürecek yolu tıkamış, özellikle İslam’a karşı radikal olan Kemalist ve Apoist kesimi ise onlatan analiz ve demeçleriyle meşru göstermiş. Öyle ki onlardan bir çokları bizi: Alparslan Kuytul doğru, adaletli ve haklı görüyor diyerek onları onaylatmıştır.
Kendisinin cezaevine girmesi, destekçileri tarafından bir “tevhid mücadelesinin bedeli” gibi lanse edilse de, hakikat bununla bağdaşmamaktadır. Kuytul’un cezaevine girmesi, iktidar partisine yönelik ideolojik/siyasi eleştirilerinden kaynaklıdır. Bu durum onu mazlum yapabilir belki, ama “tevhid ehli” yapmaz. Zira tevhid mücadelesi, öncelikle Allah’ın hâkimiyetini ve hükmünü esas alıp, tüm tağuti sistemleri açıkça reddetmekle başlar. Alparslan Kuytul ise bu noktada net değildir; “tağut” kavramını açıkça reddetmekte ve aynı zamanda tahrif etmektedir.
Alparslan Kuytul’un özellikle son dönemdeki açıklamaları, İslam’ın temel esaslarından biri olan cihad mefhumuna karşı mesafeli, hatta zaman zaman düşmanca bir tavır sergilediğini göstermektedir. Mücahitlere yönelik üslubu, onları adeta provoke eden, küçümseyen, karalayan ve itibarsızlaştıran ifadelerle doludur. Bu yaklaşım, açıkça el-Velâ ve’l-Berâ ilkesine muhalif bir tutumdur. Zira müminlere dostluk beslemek ve Allah yolunda cihad edenlere destek vermek, Kur’ânî bir hükümdür:
“Şüphesiz Allah, kendi yolunda saf bağlayarak savaşanları sever.”
(es-Saff, 61/4)
Ne var ki, Kuytul’un bu ayetin ruhuna muhalif olarak mücahitleri hedef alması, onları saptırılmış, cahil, radikal gibi sıfatlarla aşağılaması; küfre, tağuta, Esed gibi zalimlere karşı kıyam etmiş İslamî grupları karalaması, akidevi bakımdan tehlikeli bir tutumdur. Bu tavır, mücahitlere karşı el-Berâ değil, adeta bir inkâr ve düşmanlık içerircesine, zalimlerin safında psikolojik destek anlamına gelebilecek bir zemin oluşturmaktadır.
Dahası, aynı kişi Esed rejimini ayakta tutan İran’a, Rusya’ya veya doğrudan Esed’in tağuti yönetimine yönelik açık ve net bir kınamada bulunmamış, bu küfür sistemlerinin İslam düşmanlığına karşı sessiz kalmıştır. Bir milyondan fazla Müslüman’ı katleden, Suriye’nin mazlum halkını kıyıma uğratan İran’a karşı sessizliği, hatta zaman zaman onları “akıllı” ve “stratejik” gibi sıfatlarla olumlaması, akide açısından ciddi bir çelişkidir.
Bu da göstermektedir ki Alparslan Kuytul’un cihadı hedef alan, mücahitleri küçümseyen ama küfre ve tağuta karşı sessiz kalan yaklaşımı, yalnızca bir görüş farkı değil, doğrudan İslam’ın temel ilkeleriyle çatışan bir akidevi sapmadır. Zira bu tavır, zalime karşı çıkmak yerine mücahide karşı çıkan bir mantığı temsil etmektedir.
Kuytul Hoca’nın defaatle Şii milisler için, hatta İran destekli unsurlar için olumlayıcı cümleler kurduğu, onların “direniş ekseninde” yer aldığı gibi ifadelerle onlara yakınlık gösterdiği bilinmektedir. Bu, El-Velâ ve’l-Berâ ilkesine ciddi bir muhalefettir. Çünkü:
“Kim onları dost edinirse, şüphesiz onlardandır.” (Maide, 51)
İran’ın Suriye’de, Rusya ile birlikte Beşar Esed’e destek verdiği, milyonlarca Müslümanın kanına girdiği apaçık bir gerçektir. Bu konuda Alparslan Kuytul’un suskunluğu, hatta bazı zamanlar savunmaya meyilli tavırları, ehli sünnet akidesiyle asla bağdaşmaz.
Alparslan Kuytul’un uzun süredir gözlemlenen bir diğer vahim akidevi yanlışı, Şiî fırkalara ve özellikle de İran merkezli rafızî anlayışlara karşı gösterdiği yumuşaklık, hatta zaman zaman destekleyici tavırlarıdır. Oysa Şiîliğin temel öğretileri İslam’ın zarurâtından olan birçok esasa aykırıdır.
Şiîlik, bizzat Ayşe validemize (radıyallahu anhâ) zina iftirası atmayı, Ebû Bekir ve Ömer (radıyallahu anhuma) gibi raşid halifelere lanet etmeyi ve sahabenin büyük çoğunluğunu tekfir etmeyi bir inanç temeli olarak kabul eder. Bu öğretiler, Kur’an’ın apaçık ayetlerine ve Resûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) sahabeye dair övgü dolu hadislerine aykırıdır:
“Muhacirlerden ve Ensar’dan (İslam’a) ilk önce girenlerle onlara güzelce tabi olanlardan Allah razı olmuştur. Onlar da O’ndan razı olmuşlardır…”
(et-Tevbe, 9/100)
Bu açık delillere rağmen Alparslan Kuytul’un, Şiî fırkaları itikadî olarak açıkça reddetmek yerine onlara karşı koruyucu, meşrulaştırıcı, hatta mazur gösterici bir söylem geliştirmesi, el-Velâ ve’l-Berâ akidesine ve selefî istikamete aykırıdır. Şiîliğin “bir mezhep olarak” algılanması ve sıradanlaştırılması, halkın zihninde bâtılın meşrulaşmasına sebep olmaktadır.
Bu bağlamda Kuytul’un:
Şiî akidenin küfür ve şirkle dolu öğretilerini zikretmemesi,
Ayşe annemize (radıyallahu anhâ) iftira atan, sahabeye lanet okuyan bir akideyi eleştirmemesi,
Bunların “mücahit”, “ehli kıyam”, “ehli direniş” gibi övgülerle anılması,
Ve bu yolla Şiîliğin mazur ve meşru bir görüş gibi gösterilmesi,
büyük bir itikadî sapmaya ve zihinlerin ifsadına kapı açmaktadır.
Unutulmamalıdır ki sahabeye lanet etmek, özellikle Ümmü’l-Mü’minîn Ayşe validemize iftira atmak, icmâ ile büyük küfürdür. Zira bu, Kur’an ayetine ve Resûlullah’ın iffetli eşlerine olan hücuma rızadır. Sahabeye lanet edenlere karşı selef-i salihin net bir tavır almış, bu konuda zerre kadar taviz vermemiştir.
İbn Teymiyye (rahimehullah) der ki:
“Kim sahabeye buğzeder, onları tekfir eder veya lanet ederse; o kimse zındıktır, dinden çıkmıştır.”
Bu açık gerçeğe rağmen, Kuytul’un Şiîlerin şirk ve küfürlerini görmezden gelmesi, fakat ehl-i sünnet mücahitleri ve grupları acımasızca eleştirmesi, büyük bir çelişki ve itikadî sapmadır. Tevhidî duruş iddiasına rağmen, bâtıla karşı susması ve ehl-i sünnete karşı sertleşmesi, bu çelişkiyi derinleştirmektedir.
Cemaat mensupları arasında aşırı bir bağlılık, hatta fanatizm boyutunda bir savunuculuk gözlemlenmektedir. Bu da hocanın her sözünü sorgusuz kabul etmeye, hatta sapkın görüşlerini “hikmet” gibi savunmaya yol açmaktadır. Oysa Kur’an’ın ölçüsü nettir:
“Size bir fasık haber getirirse, onu tahkik edin…” (Hucurat, 6)
Taklit, imanı değil, sapmayı getirir. Allah’ın değil de hocanın sözüne bağlanan bir cemaat, sonunda hocanın hatasında ortak olur. Bu açıdan Kuytul’un kendisine yönelik bu mutlak bağlılığa karşı çıkmaması, onu fikirde otorite, hakikatte ise bir nevi otoriter lider konumuna taşımaktadır.
Alparslan Kuytul, okul meselelerinde, ideolojik sistemlerle muhakeme, tağutu inkar, laik düzenle ilişkilenme gibi meselelerde net, keskin ve Kur’ani bir tutum sergilememektedir. Oysa:
“Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyenler, kâfirlerin ta kendileridir.” (Maide, 44)
Bu gibi ayetlerdeki hükümleri açıkça dillendirmektense, diplomatik ve yumuşatılmış bir dil kullanmak, şeriatın hükümlerini örtmek ve net çizgileri flulaştırmaktır.
Alparslan Kuytul’un söylem ve eylemleri, Ehli Sünnet akidesiyle birçok noktada çelişmektedir. Bu nedenle, kendisinin ve cemaatinin, sahih İslam anlayışına dönmeleri ve akidevi sapmalardan uzak durmaları önem arz etmektedir.
SONUÇ VE NASİHAT
Alparslan Kuytul ve cemaatinin, görünürde güzel ahlaka, disipline ve gayrete sahip olmaları, akidevi hatalarını ve sapmalarını örtmez. Selef-i Sâlihîn’in yolu, sadece düzgün konuşmak, güzel giyinmek ve sosyal sorumluluk taşımak değil; akideyi dosdoğru ayakta tutmaktır.
Kuytul Hoca, iman tarifinde Mürcie çizgisine yaklaşmış, siyasi tutumlarında İslami referans yerine ideolojik tepkiselliği esas almış, Şii-İrani zulmüne karşı sessiz kalmış, tağutu açıkça inkar etmekte yetersiz kalmış ve El-Velâ ve’l-Berâ’yı zedeleyen söylemleriyle maalesef ümmete zarar veren bir yapı ortaya koymuştur.
Cemaatinin ve kendisinin kurtuluşu için, usulü Selefî olan Ehli Sünnet akidesine dönüşü, tevhid esaslarına sarılışı, tağutu açıkça reddedişi ve akidevi hatalardan tövbe ile rücu etmesi zaruridir.
“Rabbimiz! Bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi saptırma…” (Ali İmran)
BİR CEVAP YAZ